Ölümsüzler Ülkesi Agarta
Jean Paul Bourre
Kendini dünyadan bir süre için geri çekmiş bilgelik üstatlarının ya da günün birinde, yani Kali Yuga'nın (Demir Çağı) sona erişinde ortaya çıkmaya davet edilmiş olan, insanlığın gerçek okült rehberlerinin; yaşamlarını sürdürmekte oldukları bir "ölümsüzler ülkesinden" tüm geleneklerde söz edilir. Ulaşılması imkansız olan bu yeraltı dünyası değişik bölgelerde kurulmuş olup, ismi de inanışlara ve geleneklere bağlı olarak çeşitlilikler göstermektedir.
Gobi çölünü tasvir eden seyyahlar, bunun için "sonsuza uzanan bir kara kum denizi" tabirini kullanırlar. Gündüz vakti güneş her yanı kavurur; sığınabilecek tek bir gölgelik köşe bulamazsınız, toprak adeta eritilmiş kurşun gibi sonsuza dek sürecekmişcesine kaynayıp durmaktadır. Ufuk çizgisi bile bu ölüm çölünü sınırlayamamakta, gece çöktüğünde buzlanıveren bu kum deryası, ilerledikçe insanın karşısına yeni yeni ufuk çizgileri çıkarıvermekte ve yolculuk giderek sonsuz bir ateş ve buz cehennemine dönüşmektedir.
Nicolas Roerich "Asya'nın Kalbi" adlı eserinde, "Gün gelir, bir kum duvarı göğe yükselir ve dünyayı bir manto gibi örter. Güneş, bu örtünün ardında dev bir kırmızı balona dönüşüverir. Kum fırtınası başladığında hayvanlar ve insanlar panik içinde, ne yapacaklarını bilemezler." diye yazmaktadır.
Bu sessizlik denizini geçen yolcunun kimi zaman garip hatta ürkütücü bazı fenomenler yaşaması da hayli sık meydana gelen bir olaydır. Bazı yolculuk kroniklerinde "bir tapınağın tütsüleri gibi hoş kokulu" seyyalelerin aniden beliriverdikleri yazılıdır. Ancak tüm bu uçsuz bucaksızlıkta ne bir eve, ne de bir insana rastlamazsınız. Bazıları, Gobi çölünün belirli bir bölgesine yaklaşıldığında, buranın sebebi anlaşılamaz bir korku yarattığını belirtirler. Atlar korkudan titreyerek yere yatarlar, sürücüleri ise sanki bilinmeyen bir ilah, üzerlerine görünmez mevcudiyetini yüklüyormuşcasına dizleri üstüne çöküverirler. Kervanın daha ileriye gidebilmesi imkansızdır. Yanınızda size eşlik etmekte olanlar bir adım daha atmayı reddederler. Onlara, dünyanın altınını da teklif etseniz fark etmez. Burası bir büyük tehlikenin, insanoğlunun cezasız kalmadan giremeyeceği bir dünyanın eşiğidir adeta. Tercümanınız size hamalların ve rehberlerin görüşlerini aktarır: Şayet bu maceraya atılmayı göze alıyorsanız, bu sizin için büyük bir risktir. Çünkü birkaç metre ilerinizde tüm Asya efsanelerinde sözü edilen o imparatorluk başlamaktadır artık. Gerçi sınırı gözle görülmemektedir ancak, beşeri limitlerin ötesine geçmeniz için bir adım atmanız, bedeninizin yerini azıcık değiştirmeniz yetip de artacaktır. Bu noktadan itibaren "saf sular" ülkesi Belovodye başlamaktadır ve sınırı, Türkistan ile Moğolistan'ın da bir bölümünü içine alır.
ÖLÜMSÜZLER ÜLKESİ
"Parlak Horoz Devri geldiğinde, büyük üstatlar Agarta'nın mağaralarından çıkacaklardır." Bu dünyanın gerçek üstatlarının, yani Demir Çağı'nın (Kali Yuga) başlangıcından ya da diğer bir ifadeyle inisiyatik gerçeklerin yitirilişinden itibaren yerkürenin en gizli bölgelerine çekilmiş bulunan "ruhun prenslerinin" geri dönüşleri, çeşitli tradisyonlarda bu şekilde bildirilmektedir.
Büyük inisiye varlıklar tarafından yönetilen yeraltı imparatorluklarından, çevresinde hayalet gemilerin dolanıp durduğu efsanevi adalardan, insan tahayyülünün dahi sınırlarının çok ötesinde kalan ve ağaçları daima yeşil olan, buzulların ardındaki esrarengiz Kuzey ülkelerinden bahsedilen ezoterik tradisyonların yalan söylediğini kim iddia edebilir ki? Sanskrit kronikleri de yerkürenin içinde bulunan ve Atlantis'in son hatıralarının saklandığı Agarta'dan bahsederler. Bu, Moğolistan'daki Şamballa'dır. Burası, sadece arı bir ruhun ulaşabileceği Beyaz Ada'dır. İskandinav efsaneleri de Tule'nin hikayesini anlatırlar. Ve ölümsüzlerin yaşadıkları “son topraklar adası” olarak geçer. Eski Mısır’ın rahiplerine göre de beşeri dünyanın ötesinde, denizlerin ardında ve çok uzakta Pount Ülkesi’nin kapıları açılmaktadır. Rusya’da ise bazı yaşlı insanlar, Tatar fetihçilerinin Moğolistan’a giderken izledikleri hattı takip edenlerin, dev dağ zincirlerinin ardında yer alan “beyaz sular” (ya da saf sular) ülkesine ulaşacaklarını iddia ederler. Sovyet yazarı Chinchkov (Şinkov) bu gizli imparatorlukla ilgili imada bulunur:
“Belevodye isminde bir harikalar ülkesi vardır. Onun hakkında yazılmış pek çok şarkılar ve masallar mevcuttur. Bu ülke Sibirya’da yer alır; belki de daha ötesinde veya bir başka yerdedir. Oraya ulaşmak için stepleri, dağları ve yaşı belirsiz ormanları aşmak ve daima güneşin doğuş istikametine doğru yol almak gerekir. Şayet, doğuşunuzdan itibaren böyle bir kadere sahipseniz, Belovodye’yi görebilirsiniz. Bu ülke kimseye ait değildir. Pek eski zamanlardan beri tüm hakikat ve lütuf orada hüküm sürmüktedir...” Rus folklorunda da yalnızca “bilenlerin”, yani şuur seviyeleri yüce ifşaata layık olanların ulaşabilecekleri yeraltı şehri Kitij’den söz edilir. Yahudi tradisyonunda bu saklı şehrin adı Luz’dur. Bu, ışık imparatorluğudur; inisiyasyonun yeşil zümrütüdür. Yeşil, inisiyasyonu temsil ettiğinden ötürü, daima yeşil olan ada’nın kışı asla tanımayan ülke’nin ne anlama geldiği anlaşılmaktadır. Bu ülkede Uyanık Şuur’un cehalet ve zamanın etkisiyle asla bozulmadığı anlamı çıkmaktadır.
İmtiyazlı bölgeler insanın öylesine canı isteyip de ulaşabileceği yerler değildir. Gobi çölünün yalnızlığının ve çetin imtihanlarının, Himalayalar’ın aşılmazlığının ve meskûn bölgelerin ötesinde kalan Kuzey’in buzlarının üstesinden gelebilmeyi başaran kişi neticede olsa olsa ancak soğuk, delilik ve ölümle karşılaşabilir. Fakat bu saklı imparatorluklar pekala mevcutturlar. Bu kanaati edinmek için eski geleneklerle ve “öte dünyaya” bir adım atabilmeyi başarmış olan bazı ender yolcuların anlattıkları ile yüz yüze gelmek yeterlidir.
Henrich Schliemann antik Truva kentini aramaya gittiğinde bilim dünyası kendisiyle alay etmişti. Schliemann’ın çağdaşları için Truva sadece Homeros’un hayal dünyasının bir ürününden ibaretti. Ancak tradisyona dayanarak ve Homeros’un eserini adım adım izleyerek, İlyada’da adı geçen efsanevi kentin kalıntılarını bulmayı başardı. Sadece Truva’yı değil, üstüste inşa edilmiş dokuz kentin daha kalıntılarını keşfetti. Homeros yalan söylememişti.
Aynı macerayı Minotor efsanesini gerçek kabul eden Arthur Evans da yaşadı. Yaptığı kazılar sonucu Kral Minos’un görkemli sarayı gün ışığına çıkmıştı. Aynı şey 1898 senesinde Babil Kulesi’nin kalıntılarını bulan Robert Koldewey için geçerlidir. Bir kere daha efsane gerçeğe dönüşmüş ve tradisyon (gelenek) da çocuklar için yazılmış harika bir masal değil, insanlara ait ancak unutulmuş birtakım hakikatlere dayandığını kanıtlamıştır.
Bu gerçekleri yeniden elde etmek, aynı zamanda hakiki bir görüşe kavuşmak ve dünyaya onun saklı olan çehresini, başka bir ifadeyle hepimizin içimizde şuuruna varamadığımız ve zaman zaman anımsayarak ürküntü duymamıza neden olan birtakım hatıralar halinde tezahür eden gerçek yüzünü tekrar kazandırmak değil midir?
Böylece insan aniden çocukluğunda kendisini uyutmak için okunan masalları anımsar, unutmuş olduğu sihirli bir alemde uyanır, içinde bir ışık prensesinin uyuduğu, kahramanımızı çetin imtihanlarla dolu bir yoldan sonra eşiğinde ejderhanın beklemekte olduğu o esrarengiz ve kimsenin bilmediği şatoyu ve ejderhanın insanüstü bir iradeyle yenilmesi gerektiğini anlatan hatıra parçaları teker teker su yüzüne çıkıverir. Gariptir ama, bu tip hikayelerin hatıraları bizlerde kayıp bir cennetin özlemini uyandırır ve çok daha derinlerimizdeki bir “ben”, sadece rüyalarımızda görmüş olduğumuz bir ülkeden ayrı düşmüş olmanın ıstırabını duyuverir.
İşte bu özlem duygusu, bu dokunaklı nostalji, inisiyasyonda çağrı, uyanış, yolculuğa davet anlamı taşır. Ancak günümüz insanı bunu anlayamamakta, dilini kavrayamadığı bir gecenin ortasında yatağının kenarına oturmuş olarak donup kalmakta, içindeki bu değişik ıstıraba bir mana verememektedir. Çağlar ötesinden kendisine ulaşan bu çağrıya cevap vermeyi reddetmekte, çünkü içten içe bu tesirlerin gerçekliğinden şüphe etmektedir. Ancak eskiden bazı efsanevi arayışların, Graal’ın (İsa’nın son yemekte kullandığı ve çarmıha gerildikten sonra akan kanlarının toplandığı kutsal kase) Ebedi Gerçeğin bulunmasına yönelik çılgın yolculukların başlaması hep böyle bir etkiyle olmuştur. Bazı insanlar içlerindeki bu çağrıya cevap vermişler ve yaşadıkları çağdaki insanların iddialarına ve çevrelerinin alaylarına kulak asmamışlar, içlerinde canlanıveren bazı hatıraların rehberliğini kabullenerek muammaya ve heyecana gözü kapalı atılmışlar, bunu yaparken de tek bir amacı bellemişlerdir: Varlıklarının manasını, dünyanın nedenini, diğer kainatların realitesini bilmek ve anlamak... Bu macerada hayatlarını kaybedenlerin sayısı kabarıktır; bir çölün göbeğinde susuzluktan ölmüşler, Himalayalar’ın uçurumlarından yuvarlanmışlar ya da dönüş umudunu yitirmişler, kimi zaman da bazı uzak ülkelerde haydutlar tarafından katledilerek bedenlerini terk etmek durumunda kalmışlardır. Bazıları çok tedbirli davranmışlar ve binlerce tehlikeden sonra geri dönebilmişlerdir. Bunlar da yolculuğun dehşetini doğrulamışlar, kendilerindeki güç, irade ve iman eksikliğini itiraf etmişlerdir. Bazılarının Şamballa’ya ulaştıklarını ve bir daha asla geri dönmemek üzere Agarta’nın labirentlerine indiklerini söylemişlerdir.
1923 senesinde, ezoterik Tibet Budizmi’nin lideri Tashi Lama politik nedenlerden ötürü Çin’e kaçmak zorunda kalmıştı. Kendisi en layık olan lamalara Şamballa’ya giriş pasaportu verme yetkisi olan en yüksek lama olarak kabul ediliyordu.
“BEYAZ SULAR” YOLU
Tibetli lamalara göre saklı imparatorluk mevcuttur. İçlerinden bazıları, Şamballa’nın Büyük Üstatları ile ve yeraltı dünyası Agarta’da hüküm süren büyük inisiyelerle sürekli ilişki içinde bulunduklarını iddia etmektedirler. Tibet el yazmaları, dünyanın bu bölgesinin alelade insanlar için ulaşılmaz olduğundan bahsederler. Söylendiğine göre Kanjur’da Tibet rahipleri tarafından Şamballa’dan doğrudan alınmış bir metnin kopyası bulunmaktadır. Bu metinde Tarim ırmağının civarında yer alan ve daima Kuzey yönüne doğru gidildiğinde Şamballa’nın ruhsal sarayına ulaştıran bir “mavi yol”dan söz edilir. (Not: Kuzey’in tradisyondaki önemi bilinmektedir. Burası Kutup yıldızının ekseninde yer alan manyetik bölgedir. Mu ve Atlantis kıtalarının doğuşundan çok önceleri üzerinde “ilk uyanmışların” yaşamış oldukları Hiperborea kıtasının yer aldığı bölgedir.)
Lamalar’a göre, “İstenmeyen kişi Şamballa’ya ulaşamaz. Sadece imtihanları başaran zat (tüm inisiyasyonlarda olduğu gibi) Ebedi Kent’e kabul edilir.”
Andrews Thomas, “Şamballa” hakkındaki eserinde, “Yeryüzünün en bilge insanlarının vadisine ancak Şamballa’nın ‘rüzgar ile’ yollanmış çağrısını ya da diğer bir ifadeyle Büyük Üstatlar tarafından telepatik olarak yollanan çağrıyı duyanlar tam bir emniyet içinde ulaşabilirler.” diye yazmaktadır.
Nicolas Roerich seyahatnamelerinde, gizli dünyanın girişine ulaşabilmek için dar bir yeraltı dehlizinde sürünerek ilerlemek zorunda kalan bir lamanın hikayesini anlatır. Turfan ve Türkistan’da bulunduğu sıralarda keşişler Roerich’e bazıları hiç kimse tarafından keşfedilmemiş olan birtakım mağaraları göstermişlerdi. “Şamballa Aşramları’na bu yollarla ulaşılabilir mi?” diye sormuştu Roerich. Lamalar ise kendisine bu ülkenin sınırlarının meraklılardan bir hayli garip yöntemlerle korunduğunu söylediler. Kayalardaki yarıklardan çıkan zehirli gazlar korunmayı sağlıyordu. Bazı anlatılara göre ise esrarengiz ışınımlar insanlarda (ve hayvanlarda) sarsıntılı titremeler meydana getiriyordu.
Sayısız Moğol efsanelerini toparlamış olan Ossendoi, garip bir rastlantı(!) eseri bir yeraltı mağarasına giren ve bir duman perdesi ile korunmakta olan salonlarla karşılaşan bir avcının hikayesini anlatır. Avcı geri döndüğünde başından geçenleri anlatmaya karar verir, ancak lamalar onun bu keşfini açıklamasını engellemek için derhal dilini kesiverirler.
Tesadüf diye bir şeyin olmadığını biliyoruz. Böylece bu talihsiz avcının hikayesi burada bitmemektedir, çünkü böyle bir geçidin girişini, şayet çağırılmamış olsaydı asla keşfedemezdi. Lamalar tarafından yapılan işkenceyi kabullenmekle konuşma yeteneğini yitirmeyi kabullenmiş oluyordu. Bu şekilde yıllar boyunca, sakatlığından ötürü asla kederlenmeksizin yaşadı. Kendi iç sessizliğinde, yeraltı tapınağında yaşadığı unutulmaz hatıraları tekrar tekrar görüyor, yıllar geçtikçe birtakım gerçekleri, tıpkı kendisine yapılan işkencenin sebebini anlamaya başladığı gibi daha iyi kavrıyor, etlerini kesen ve dilini koparan ellerin sahiplerine olan duyguları minnete dönüşüyordu. Tüm bunları anlayabilmek için bir ömür geçmesi gerekmiş, saçları beyazlandığında da alelade insanların dünyasını terk etmiş ve o mağaraya geri dönmüştü. Bunun içerisinde kayboldu gitti ve bir daha da asla geri dönmedi.
GÖKTEN GELEN TAŞ
Nikolas Roerich, Gobi çölünde gece olduğunda gökyüzünde şimşekler ve ışık sütunları oluştuğunu görmüştü. Lamalar kendisine bunların Şamballa Kulesi’nden yollanan ışık huzmeleri olduğunu belirtmişlerdi.
“Bu kulenin üzerinde elmas gibi parıldayan ve ışıklar saçan bir taş bulunmaktadır.” diye iddia etmekteydiler.
Tibetli rahiplerce iyi bilinen bu taşa Sanskritçe’de Chintamani (Şintamani), Tibet dilinde ise Norbi Rinpoch adı verilir.
Andrews Thomas, “Tibet’de, M.S. 331 yılında kral Tho-thori Nyan Tsan hükümdarlığı sırasında içinde bu Şintamani taşının da olduğu dört kutsal obje bulunan ve gökten düşen bir sandığın mevcudiyeti herkesçe bilinirdi.” diye yazmaktadır. Tibet efsanesi bu mücevheri sırtında taşıyan bir kanatlı attan ya da Tibet dilindeki adıyla bir Lung-Ta’dan bahseder. “Yukarıdan” gelen Bilgi’nin sembolü olan bu taş, demek ki Şamballa’nın en yüksek kulesinin tepesinde ışıldayacaktı.
İşte bu noktada bir kez daha evrensel bir mit ile karşılaşıyoruz: Yukardan düşen yıldırım taşı, Yuvarlak Masa şövalyeleri tarafından bıkmadan yorulmadan aranan Graal, tüm simyagerlerin arayıp durdukları filozof taşı, düşüşü sırasında, yani enkarne oluşu esnasında Lüsifer, yani Işık Taşıyıcısı tarafından kaybedilen yeşil zümrüt, gökten gelen kahramanlar tarafından samimi ve içten insanlara armağan edilen bu ateş, tanımlamayı başaramadığımız içimizdeki bu saf ve parlak alevle şuurlarımızın derinlerinde yanıp durmaktadır.
Tibetliler “gökten gelen ilahi habercinin” bu taşın bir parçasını Atlantis imparatoru Tazlavu’ya vermiş olduğunu anlatırlar.
Bu kıymetli taşın parçalarından biri bir parmak uzunluğundadır ve zihinsel titreşimlere karşı duyarlı bir frekans yaymaktadır. Üzerinde dört esrarengiz işaret kazınmıştır. Taş karardığında bulutların bir araya toplaştığı, ağırlaştığı zaman ise kan döküldüğü söylenir. Bazıları Cengiz Han’ın bu taşı parmağında taşıdığını ve taşın kendisine tüm savaşlarda zafer kazandırdığını iddia ederler. Hindistan’da Akbar, Yahudiye’de Süleyman ve Çin imparatorlarından biri de bu sihirli taşın kısa süreli sahipleri arasında gösterilirler.
Bu mücevherin titreşimleri ve astral renkleri de yeryüzünün devrelerine göre değişir. Kali Yuga (bugünkü) Çağı’nda inisiyasyonun bu yeşil taşının üstünde uzun ve kanlı hatlar oluşmuştur. Bir zümrüt saflığına, günün birinde insanlar Bilgi’nin sırlarını ifşa etmek ve onlarda dünyaüstü görüşün gözünü, aynı anda hem içe hem de dışa bakmayı sağlayan “üçünçü gözü” uyandırmak için arı yüksekliklerden inmiş bulunan Işık Taşıyıcısı’nın parlaklığına kavuşacağı Kova Burcu Çağı’na dek böyle kalacaktır.
Çigan inisiyelere göre (Agarta’dan gelmiş oldukları iddia edilen çingeneler) Kali Yuga, Vampirler Çağı’dır. Kehanetlerine göre Vampirler hükümranlığının ardından Parlak Horoz (Kova) Devri gelecektir.
KAN TAŞI
Nekromansi (*) ayinlerinde kullanılan büyülü taş yeşildir ve üzerinde kırmızı damarlar vardır. Bu vampirik güçlere adanmış olan taştır, kan simyası tarafından elde edilmiş olan kırmızı ve siyah Graal’dir.
Günümüzde de Transilvanya dağlarının ardında kaybolmuş vaziyette, Işık Şamballası’na uzun yeraltı tünelleriyle bağlı olan ve insanların ulaşamayacakları bir Vampirizm Şamballası mevcuttur. İnisiyelere göre bunda şaşacak bir şey yoktur. Bu, “iyi” ile “kötü”nün birbirlerine bağlı oluşları ve Bilgeliğe gerçek çehresini kazandırmaları ile aynı yasaya bağlıdır. Kötü ile iyi aslında tek ve aynı şeydir, aynı parlaklığı paylaşmaktadırlar, çünkü hakikat, düalizmi ortadan kaldırır. Kötü ile iyi, ne başlangıcı ne de sonu olmayan Ezeli-Ebedi Tanrı’nın, insanlara Evrensel Şuur’a ulaşmaları için verdiği ve imtihanları için gerekli olan görünümlerden ibarettir. Kan Taşı ve Zümrüt de aslında iki ayrı taş değildir. Bunlar aynı mücevherin çeşitli halleri, sayısız titreşimleri içindeki durumlarıdır.
Vampirizm hizmetkarlarının parmaklarında taşıdıkları Kan Taşı, aslında okültistlerce gayet iyi bilinen bir Heliotrop’tur. Batıl inançlara göre bu taşın kanamaları durdurma, şiddetli adet sancılarını azaltma, burun kanamasını durdurma ve şayet bir büyü ayini esnasında kullanılmışsa büyüleme ve hatta öldürme gibi yetenekleri olduğu söylenmektedir.
Şayet gümüş (ay madeni) bir yüzüğe takılırsa ve üzerine de bir vampir işareti kazınmışsa, ölüler ülkesine dalabilmeyi, Karpatlar’daki yuvalarına çekilmiş ve izole vaziyette yaşayan bu gaddar prenslerin, bu “gecenin senyörlerinin” esaretine canlı girebilmeyi sağlamaktadır. Aynı şekilde yeşil taş da nur varlıkları davet etmeyi ve dağların ötesinde yer alan Şamballa’ya girebilmeyi temin etmektedir.
Jacques Bergier, Transilvanya’nın hayli esrarengiz bir coğrafya üçgeninde bulunduğunu açıklar. Beşeri tarihin son asırlarına damgasını vuran bazı dehalar bu üçgen içinde doğmuşlardır.
YASAK DÜNYANIN KAPILARI
Yasak ülkeye götüren binlerce yolu anlayabilmek için sayısız ezoterik geleneklere ve çeşitli yörelerin folkloruna göz atmak yeterlidir. 20. yüzyılda da, çağların ötesinden kendisine ulaşan çağrıyı duyan “asil yolcu”yu daima bekler vaziyetteki bu saklı eşikleri, bu efsanevi girişleri açıklamaktan memnuniyet duyulması kaçınılmazdır. Bu konudaki en bilinen metinler Moğolistan’dan, Tatarlar’ın istila sahalarından, korunmuş vadilerden, Himalaya dağlarından ve Kuzey Kutbu’nun yakınlarında (Kadim Tule’nin bölgesinde) ve yeryüzü manyetizminden yalıtılmış bir bölgeden söz ederler. Kızılderili tradisyonlarına dayanan diğer bazıları da, Ölüler çölünde yer alan ve yeraltı şehirleri ile bağlantısı bulunan “esrarengiz kuyular”dan, ve sayısız insanın, bir altının (hiç şüphesiz başka türlü bir altın) peşinden koşarken kaybolup gittikleri Amazon’un en ücra bölgelerinden bahsederler. Transilvanya’nın yüksek dağlarında, Curtea da Arges civarlarında yeraltı aleminin girişleri olan bazı mahzenleri sakladığı söylenmektedir.
İngiltere’de, Broceliande ormanının, Agarta’ya götüren gizli geçitleri saklamakta olduğu ifade edilir. Bu kapılardan biri, iddiaya göre “kayıp kuyu” denilen bölgede bulunmaktadır. İşte böylece, eski inisiyelere göre, dünyanın her parçasında insanlarca bilinmeyen bu kapılardan mevcuttur ve buna layık olan kişi, Şamballa’nın da çağrısıyla ve rehberliğiyle, binlerce kilometrelik ve bitmek tükenmek bilmez yeraltı koridorlarından ve dehlizlerden geçerek “Mutlular” ülkesine ulaşır.
AGARTA’NIN HABERCİLERİ
Şamballa krallığı zaman zaman insanlar arasına bir haberci yollar ve ona “garip ve sihirli biçimde ortadan kaybolmadan önce” tamamlanmak üzere okült bir misyon verir. Ezoterik gerçekleri ellerinde tutan bazılarının iddiasına göre yakın tarihin üç asrı boyunca ortalıkta görünmüş olan St. Germain Kontu da Agarta’dan yollanmış bir zattır. 15. Louis’nin danışmanı olan kontun, Marie-Antoinette’e de ihtilalin yakın olduğunu bildirdiği ve yaşının da üç yüz olduğunu söylediği anımsanmaktadır. Bilgisinin evrenselliği, çağının asilzadelerini çok şaşırtmıştı. Transilvanya (!) kökenli bir soydan geldiğini iddia ediyordu.
Andrews Thomas, “Onun, Aix-en-Province yakınlarında bir inziva evi olduğu ve burada bir Buda heykelinin karşısında tıpkı bir yogi gibi oturarak yoğun ve derin düşünce ve temaşa saatleri geçirdiği anlatılır.” diye yazmaktadır.
St. Germain Kontu’nun son sözleri Franz Gräffer’in hatıratında kayıtlıdır: “Himalayalar bölgesine gitmek üzere Avrupa’dan ayrılacağım. Orada dinleneceğim. Zaten dinlenmek zorundayım. 85 sene sonra beni yeniden görecekler.” Bu sözlerin söylendiği tarih 1790 senesidir.
19. yüzyılın sonunda Teozofi Cemiyeti’nin üyeleri St. Germain Kontu’na Venedik’de rastladıklarını söylemişlerdi. Kontun -şahitlerin belirttikleri üzere- Büyük Kanal’ın kenarında bir sarayı vardı.
Sulara batık Venedik kenti de yeraltı dünyasının bir uzantısı mıdır yoksa? Bu nokta, Kazanova hakkındaki bir araştırma sonucu aydınlanabilir. Bu maceraperest ve simyagerin, St. Germain Kontu ile yakın ilişkileri olmuştu. Kazanova bu konuda “Bir okült dehanın çağrısına cevap verdim.” demiştir.
Yoksa bu deha, onun ziynet eşyası gibi üzerinde taşıdığı garip büyülü taşlarda mı yatıyordu? Giacomo Kazanova çok genç yaştayken, kendisini Okült Sanatın ilk safhalarına inisiye eden ve yaşlı bir kasaba büyücüsü olan mürşidi ile tanıştı. Bu, bir kadındı. Muranolu bu büyücü kadın onun burun kanamalarını iyileştirmişti. O devirde köy büyücülerinin kanamaları durdurmak için “Kan Taşı”nı kullandıkları bilinir. Benzer bir taş bu Venedikli okültiste de armağan edilmiş olamaz mı?
Yeraltı aleminin vazifelileri, her devrenin sonunda, yeni bir çağın sökmekte olan şafağını müjdeleyen haberciler misali ortaya çıkıvermektedirler.
Böyle varlıklarla karşılaşılması ancak yüksek amaçlarla olmaktadır. Fakat insanoğlu, şuurunu sarıp sarmalamış illüzyonların neden olduğu körlükle gerçek amacının ne olduğunu görememekte, el yordamı ile yürümekte ve düşüp durmaktadır.
İmkansız olana duyduğumuz özleme ve içimizdeki çağrıya kulak asmalı, keşif yolculuğumuza hemen vakit kaybetmeden başlamalıyız. İşte tıpkı Graal’ın peşine düşmüş eski şövalyeler gibi, efsanelerde sözü edilen ve kendi öz maceralarını kabullenmeyi bilmiş bu “asil yolcular” gibi olabilmek için üzerinde durmamız gereken gerçek değerler bunlardır. Belki böylece görünümlerin ötesinde, illüzyonun binlerce örtüsünün ardındaki gizli kapıyı keşfedebilir, hakikatler ülkesinin ışıltılarına layık olabiliriz.
(L’Autre Monde Dergisi No:26)
(*)Nekromansi: Yunanca’daki Nekros (ölüm) ve Manteia (kehanet) kelimelerinden türetilmiştir. Çeşitli ifşaatlarda bulunmalarını sağlamak amacıyla ölülerin ruhları ile temas kurma ilmidir. Nekromansi’de amaç daha çok geleceğe ilişkin bilgiler elde etmektir. Kökeni eski Mısır’a dek uzanır.
Bu konudaki eserler:
Andrews Thomas: “Şamballa, Işık Cenneti.”
Yayınevi: Robert Laffont.
David Neel: “Tibet Mistikleri ve Majisyenleri Arasında.” Yayınevi:Plon.
N.Roerich:”Asya’nın Kalbi.” New York 1930
St.Yves D’Alveydre: “Avrupa’daki Hint Misyonu.” Yayınevi: Dorbon.
Çeviren: Haluk Özden