Bir milletin kaderini
değiştiren destan
''Şu
Boğaz harbi nedir?/Var mı ki dünyada eşi?/En kesif orduların yükleniyor
dördü beşi/Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya/Kaç donanmayla
sarılmış ufacık bir karaya/Ne hayasızca tahaşşüt ki ufuklar kapalı/Nerede,
gösterdiği vahşetle bu bir Avrupalı''...
Mehmet Akif Ersoy'un, yazıldığı tarihten bu güne kadar bütün nesillere
Çanakkale Savaşı'nın heyecanını yaşatan bu şiiri, bir milletin kaderini
değiştiren destanını anlatıyor.
İngiliz ve Fransız ortak saldırılarına karşı savaşılan bu cephede cereyan
eden muharebeler denizden ve karadan olmak üzere yaklaşık bir yıl sürdü. Çok
şiddetli çarpışmalar oldu, Türkler canları pahasına büyük bir zafer kazandı.
Çanakkale Savaşları'nda 18 Mart Deniz Zaferi'nin ise önemli bir yeri
bulunuyor. 18 Mart, yersiz bir gururun Karanlık Liman'da boğuluşunun
tarihlere kaydedildiği gün oldu. Türk denizcilerinin ve topçularının
hedefini şaşmayan çelik yumruğu, bu zaferin kazanılmasında başlıca rolü
oynadı.
HASTA ADAM
Peki bu zafer nasıl kazanıldı? 1914'lü yıllarda Osmanlı, yorgun ve halsizdi,
Avrupalılar'ın deyimiyle ''hasta adamdı''. Birinci Dünya Savaşı'na girecek
durumda değildi. Yeni çıktığı Balkan Savaşı'nın yaralarını saracak zaman
bile bulamamıştı. 1911 Trablusgarp ve 1913 Balkan muharebeleri yenilgileri
Osmanlı'nın adeta belini bükmüş ve kendisine gelmesi çok zor olan bir süreç
içerisine girmesine neden olmuştu.
Genç Türkler iktidara geldiği 5 yıl içinde büyük toprak kayıplarına
uğramıştı. En değerli ordularını bozgunda kaybetmiş, kucak dolusu paralar
ödenerek dışarıdan satın alınmış silah, top cephane ne varsa onlar da Ekim
ve Kasım ayının çamurlu, yolsuz Rumeli topraklarında düşmana terk edilmişti.
Koca imparatorluk, çağın, sanayi devriminin, bilim ve teknolojinin çok
gerilerinde kalmış, zengin Avrupalılar'ın ''kapitülasyon'' denilen ekonomik
ve mali boyunduruğu altında ezikti. Ülkede ne sanayi denebilecek bir tesis,
ne de tam anlamıyla yapılan bir tarım vardı. Gaz yağından iğnesine,
silahından mermisine her şey için dışa bağımlı olan memlekete ne düzgün bir
yol, ne bir liman, ne de fabrika vardı.
İhmale uğramış insanları fakir ve okutulmamış, devlet yönetimi çürümüş
hazinesi tamtakır olmuştu. Bir yıl öncesinden beri Alman askeri Türk
ordusunda geniş ıslahat yapmış, fakat Balkanlar'daki yenilgiler büyük zarar
getirmişti. Bir çok bölgelerde asker aylardan beri maaşını alamamış, orduda
moral kalmamıştı. Donanma da mutsuz ve demode bir haldeydi. Çanakkale'deki
Garnizon perişandı. Silahları ise çağdışı idi.
HÜKÜMETİN DURUMU
Siyasal durum ise tam bir karmaşa idi. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne bağlı
olan Genç Türkler, 1909'da padişahı tahtan indirerek pek çok çevrede
özellikle aydın çevrede tam bir destek kazanmıştı.
Ancak, 5 yıllık savaş ve iç bunalımlar gereğinden de fazlaydı.
İmparatorluğun derme-çatma hükümeti bir başka hükümeti iş başına getirerek
kuvvetlenmek, durumu düzeltmek imkanı kaçırmış, Genç Türkler'in enerjileri
ise kendi başlarını kurtarmanın umutsuz ve yalın mücadelesinde tükenmişti.
Artık ne demokratik seçimlerden, ne özgürlükten, ne bütün ırkların
eşitliğinden ne de hilal altında birleşmeden bahseden yoktu. Mali yönden
hükümet iflas etmiş, eski zorbalık ve irtikap günlerine geri dönülmüştü.
Bağdat ve Kudüs gibi dış eyaletlerde ahalli idareler korkutucu bir
durumdaydı. Her an herhangi bir aşiretin bağımsızlığını ilan etmesi
mümkündü.
Durum böyle olunca İttihat ve Terakki yönetimi de halkın gözünden iyice
düştü.
SAVAŞA DOĞRU...
Dünya kaçınılmaz bir paylaşım savaşına doğru yönelirken, Osmanlı
İmparatorluğu da bu savaş karşısında tarafsız kalamayacağını fark etti.
Bu durumda yapılabilecek en doğru hareket ''ölünecekse savaşarak ölmek''
idi. Halk ve İttihatçı üyeler, Osmanlı'nın savaşa girmesine taraftar
değildi. Bu arada Alman Ordusu'ndan yetkililer, Türk askerini eğitmeye
başlamıştı.
İttihatçılar Almanya yerine İngiltere ve Fransa'ya yakınlık duyuyorlardı.
Almanya, sadece Enver Paşa ve diğer subaylara yakın geliyordu. Çünkü,
Almanya'da eğitim görmüşlerdi. Almanlar da ittifakta çok istekliydi.
İngiltere, Genç Türkler'in iktidarına güvenmiyor ve onlarla ittifak yapma
teklifini reddediyordu. Ancak durum böyle olmasına karşılık Osmanlı
üyelerinden Hakkı Paşa, İngiltere ile problemli konuları halletmek ve
ittifaka zemin hazırlamak amacıyla Londra'ya gönderildi.
Diğer yandan, Balkan savaşları sırasında edinilen borçların tasfiyesi ve
yeni borçlar için Maliye Nazırı Cavit Bey Fransa'da faaliyette idi. Fransa
da tıpkı İngiltere gibi borç yanında kapitülasyonlardan vazgeçmeye ancak
diğerleri vazgeçerse razı olacağını belirtti.
Rus ordusu ise güçlü ve disiplinliydi. Ancak sanayisi beklenmedik bir süre
alan siper savaşı için gerekli olan bolca cephaneyi ve ağır obüs toplarını
yeter ölçü ve zamanda yetiştirecek derecede gelişmemişti. Bu bakımdan ise
İngiltere ve Fransa geri durumdaydı. Bunun yanında, Rusya'nın en işlek liman
ve demiryolları Karadeniz ve Baltık Denizi'ndeydi. Bu, Rusya'nın birinci
yoluydu. Bu yolu açıp kapamak Osmanlı Devleti'nin elindeydi.
Osmanlı Hükümeti için boğazları kapalı tutmak gerekliydi, seferberlik
zorunluydu. İttihat ve Terakki büyüklerinde ne diplomasi, ne yönetim, ne de
genel siyasal bakımından bir iktidar yoktu.
Dünya Savaşı kapıdayken Osmanlı devleti çöküşüne zemin hazırlayacak bu
savaşa girmek üzereydi.
Her ne kadar Osmanlı yönetimi ve özellikle savaşa taraftar olmayan Sadrazam
Halim Paşa, Maliye Nazırı Cavid Bey ve diğer üyeleri yapılan anlaşmanın
savunma amaçlı olduğunu iddia etseler de Almanya, hemen ertesi günü
Osmanlı'ya savaşa girme zemini hazırlamaya başladı.
3 Ağustos'ta da Fransa'ya ve sömürgelerine karşı faaliyet için Akdeniz'de
bulunan Goben ve Breslav zırhlılarına hemen İstanbul'a gitme emri verildi.
İngiliz'lerin peşinden geldiği gemiler önce İzmir'e, 10 Ağustos'ta da
Çanakkale'ye geldiler. Hükümetin bilgisi haricinde Harbiye Nazırı Enver
Paşa'nın özel izniyle boğazlardan geçtiler.
Gemiler geçtikten sonra İtilaf Devletleri yaptıkları tarafsızlık
anlaşmalarına göre, gemilerin 24 saat zarfında Türk karasularından
çıkarılmasını ya da hemen silahlarından arındırılması gerektiğini bildirerek
Osmanlı hükümetini protesto ettiler.
Hükümet, bunun üzerine Halil Menteşe Bey'in teklifi üzerine gemileri satın
aldı.
Sonunda Osmanlı da savaşa girmişti. Gemiler boğazdan geçtikten sonra
mürettebatı başına fesler giyerek sanki Türk donanmasının denizcileriymiş
gibi davranıyordu. Bunun üzerine Alman Paşası Weber, Çanakkale Boğazı'nı
kapattırdı. Bundan Türkler'in de haberi yoktu. Durumdan haberi olanlar
yalnızca Enver Paşa ve kabine arkadaşlarıydı. Aynı zamanda bu durum diğer
ülkeleri de telaşlandırdı.
Rusya'nın ise neredeyse hayat yolu kesilmişti. Birkaç hafta içinde
Karadeniz'den gelen Rus buğdayı yüklü gemiler Haliç'te tutuldu. 29 Ekim
tarihinde Goben ve Breslav Karadeniz'e açılarak Odessa Sivastopol ve
Navrossis'de ki Rus tahkimatını bombardıman
ettiler. Bunun üzerine, 30 Ekim'de İngiliz ve Fransızlar da Türkiye'ye karşı
harekete geçti.
MUSTAFA KEMAL TARİH SAHNESİNDE...
Bu
sıralarda Enver Paşa, Mustafa Kemal'i Sofya'ya Türk Elçiliği'ne ataşelik
görevine göndererek oradan uzaklaştırdı.
Çünkü Mustafa Kemal, Osmanlı'nın henüz savaşa girecek durumda olduğuna
inanmıyordu. Bunun için henüz erken olduğunu düşünüyor, ayrıca Almanlar'a da
güvenmiyordu. Mustafa Kemal, savaşın başladığını öğrenince Sofya'dan
telgrafla aktif hizmete verilmesini istedi, ancak Alman aleyhtarı olduğu
için kabul edilmedi.
Kendisine haber gönderildiği zaman o zaten kendiliğinden işi bırakarak
Anadolu'ya dönmeye hazırlanıyordu.
Rus limanları bombardıman edildikten sonra Rusya, fiilen 31 Ekim'de Doğu
Beyazıt'ın kuzeyinden sınırı geçti, İngiliz'ler de ertesi gün Akabe'yi
bombaladı. 3 Kasım'da Rusya, 5 Kasım'da Fransa ve İngiltere Osmanlı'ya savaş
ilan etti.
Osmanlı'nın karşı savaş ilanı ise 11 Kasım 1914 tarihinde yapıldı. Padişah
V. Mehmet Reşat savaşın ilanından 3 gün sonra 14 Kasım 1914'te ''Cihad-ı
Ekber'' ilan etti.
1914 Eylül'ü başlarında Donanma I. Lordu Winston Churchill, savaş işleriyle
görevli Devlet Bakanı Lord Kitcher ve başta gelen kara ve deniz kuvvetleri
danışmanları, yakında Türkiye'ye karşı girişileceğini varsaydıkları savaş
için bir büyük strateji tartışması yaptılar. Yapılabilecek operasyonlar
listesinin en başında zaten Kuzey Ege'de toplanmış olan
güçlü filonun Çanakkale'yi zorlaması bulunuyordu.
25 Kasım 1914'ten beri Churchill'in bitmeyen gayretleri, 1.5 ay sonra sonuç
verdi. 28 Ocak 1915'te Savaş Komitesi, Çanakkale Boğazı'nın yalnız
donanmayla geçilmesine karar verdi.
TAARRUZ PLANI
Amiral Carden'ın komutasında, İngiliz, Fransız ve Rus donanmasından oluşan
100'den fazla geminin bulunduğu filo, 1914 yılının Kasım ayından itibaren
Limni Adası'nda toplanmaya başladı.
Donanmanın amirali Carden, 1 ayda Marmara Denizi'ne çıkabilecek 4 devrelik
planını 11 Ocak'ta Bahriye Nezareti'ne bildirdi. Önce Çanakkale Boğazı'na
girişi önleyecek Türk batarya ve mevzilerinin tahribi, Kilitbahir-Çanakkale
arasındaki torpillerin taranması ve merkez bataryaların tahribi, Kepez
bölgesindeki diğer torpil tarlasının taranması, en dar yerdeki kara
tahkimatının tahribinden sonra donanmanın Marmara'ya girebileceğini
öngörülüyordu.
Bundan sonra ikinci büyük harekat başlayacaktı. Eğer Osmanlı İmparatorluğu
teslim bayrağını çekmezse, kara kuvvetlerini Çanakkale Boğazı'ndan
geçirerek, İstanbul kıyılarına çıkaracaklardı...
BOĞAZDA YETERLİ SAVUNMA GÜCÜ YOKTU...
Türkler'in, boğazda yeterli savunma gücü yoktu. Çünkü Almanlar boğazın
zorlanacağını düşünmediklerinden burada bulunan 32 bataryayı 22'ye
indirmişlerdi.
İngiliz gemilerinin boğazda görülmesinin ardından Türk cephesi, Erenköy ve
İntepe arasına obüs bataryaları yerleştirdi. Fedakar denizciler tarafından
derinliğine mayın tarlaları ve hatları meydana getirildi. Savaş gemilerinden
çıkarılan toplar, set bataryalarına yerleştirildi. Denizaltılarına karşı da
eldeki malzeme ile balık ağlarından yararlanılarak en dar bölgede bir deniz
ağı oluşturuldu.
Çanakkale Savaşı'nın savunma tertibatı, boğazın savunması, üç bölüm halinde
derinliğe doğru düzenlendi. Buralardaki tabyalarda 59 ağır top vardı.
Bunlardan ancak 8'i büyük çapta ve seri ateşliydi. Boğazın en çok tahkim
edilen ve mayınlarla pekiştirilen bölgesi burasıydı. Boğazdaki topların
mevcudu 170'i buluyordu.
Almanya'ya sipariş edilen ağır toplar ve diğer malzeme henüz gelmemişti.
Bulgaristan ve Romanya tarafsızdı ve savaş malzemesinin topraklarından
geçmesine izin vermiyordu. Bu haliyle imparatorluk, dostlarından uzakta
yalnız başınaydı...
3 Kasım 1914 sabahı İngiliz filosunun Seddülbahir, Ertuğrul, Kumkale ve
Orhaniye'ye bombardımanıyla ilk deniz savaşı başladı.
3 İngiliz zırhlısı ve 2 kruvazörü Gelibolu yarımadası kıyılarına ve 2
Fransız zırhlısı da Anadolu kıyılarına sabah saat 06.50'de yaklaştı. 20
dakika süren top ateşinden sonra çekip gittiler.
Bu bombardımanda şehit düşen 5 subay ile 81 er, Çanakkale Savaşları'nın ilk
şehitleri olarak tarihe geçti...
19 Şubat 1915'te 11 büyük zırhlı, 3 kruvazör, 18 muhrip, 3 denizaltı, 7
mayın tarama gemisinden kurulu ittifak filosu Kumkale, Seddülbahir,
Ertuğrul, Orhaniye bataryalarını cehennem gibi bir ateş baskısı altında
tuttular. Bu bombardıman 9.35'te başladı, 17.30'da sona erdi. Düşman,
saldırı planının birinci merhalesini tamamlamıştı...
Havaların bozması, düşman donanmasının tutunamayarak uzaklaşmasını
sağladıysa da 6 gün sonra müsait havadan yararlanarak İngilizler, 25
Şubat'ta tekrar boğaz önünde göründü. Boğaz girişindeki tabyaların
susturulmasından sonra Amiral Carden'ın yaptığı planın ikinci aşaması
uygulanacaktı. Bu saldırı, daha fazla kuvvetle ve daha fazla kuvvetli bir
şekilde idi. Bu savaşa Queen Elizabeth, Agamemnon, Golyat, Lord Nelson,
Charlemagne, Triumph ve Albion zırhlıları ile birlikte bir çok irili ufaklı
harp gemileri katıldı.
Bu görkemli ve modern savaş gemileri, Ertuğrul tabyasından yapılan atışlarla
bu kez bir hayli sıkıştılar. Agamemnon'a, Ertuğrul tabyasından bir mermi
isabet ederek büyükçe bir yara aldırdı.
NUSRET MAYIN GEMİSİ
Almanya'da 1910 yılında inşa edilmiş, kömür kazanlı, 40 metre boyunda, 7.5
metre genişliğinde, 360 tonluk, güvertesinde 40 mayın taşıyan Nusret mayın
gemisi, savaşın gidişatını değiştirecekti.
Saatte ancak 12 mil yapan bu geminin komutanı Tophaneli Yüzbaşı İsmail Hakkı
Bey'di. Mayın uzmanı Alman Yarbay Geehl ile birlikte Çimenlik Kalesi'nden
aldığı mayınları 18 Mart deniz saldırısından 10 gün önce, 8 Mart 1915'te
sabaha karşı yağmurlu ve puslu bir havada önce Rumeli sahilini takip etti,
sonra karşıya dönerek Erenköy koyuna kıyıya paralel olarak 26 mayın döşedi.
Mayınların bırakıldığı Karanlık Liman özenle seçildi. Büyük düşman
gemilerinin isabetli atış yaptığı bu saha, denizcilikte ''durgun su'' diye
bilinen özelliği taşıdığı için zırhlılar karadaki sabit kaleler gibi atış
yapabiliyordu.
8-18 Mart arasındaki süre içinde Erenköy Körfezi'ni tarayan İngiliz mayın
temizleyicileri sadece 3 mayın bulabilmişti. Nusret'in döşediği mayınları ne
onlar, ne de havadan sahayı kontrol eden keşif uçakları görebildi.
Karanlık Liman üzerinde uçan bir düşman uçağı, hiçbir mayın görmemiş ve
temiz raporu vermişti. Uçağın pilotu bu sürpriz mayınların başarısından 1
gün sonra kurşuna dizildi...
İngiliz Deniz Bakanı Churchill, Nusret mayın gemisinin başarısını en iyi
şekilde özetlemiştir:
''Bu gün dünya denizlerinde görev yapmakta olan 5 bini aşkın savaş
gemisinden hiçbiri Nusret ve onun döktüğü mayınlar kadar, harbin gidişine ve
düşmanın geleceğine etkili olarak bir başarı gösterememiştir''...
18 MART SABAHI...
Sıra artık Amiral Carden'ın planının üçüncü ve dördüncü devrelerini
uygulamaya gelmişti.
Yedi aydır üstlendiği görevler ve Ege'nin tuzlu sularında geçirilen zor kış
ayları, Carden'ı sağlık yönünden çok yıpratmıştı, hastaydı ve son harekatı
yürütecek gücü kalmamıştı. Doktorların kesin raporu üzerine görevi Amiral De
Robeck'e devrederek 16 Mart'ta Londra'ya döndü.
26 Şubat-17 Mart arasındaki günleri İtilaf devletleri donanması mayın arama
tarama faaliyetleriyle geçirdi. Bu arada bazı bölgelere tahrip müfrezeleri
çıkarılarak, susturulmuş topların tahribine çalışıldığı gibi methalle merkez
arasında ve merkezde bulunan bazı bataryalar da bombardıman edildi.
18 Mart sabahı... Saat 10.30'da üç tümen halinde tertiplenmiş müttefik filo
gemileri boğaza girmeye başladı. Birinci Tümen gemileri saat 12.00'ye kadar
merkez tabyalarını yoğun ateş altına aldı. Saat 12.00'de İkinci Tümen
gemileri Agamemnon, Ocean ve Irresistible, Birinci Tümen gemilerinin
aralarından geçip 12 bin yardadaki yerlerini alarak ateşe başladı.
Bu sırada, Erenköy bölgesindeki obüs bataryalarının menziline giren
Agamemnon, 25 dakikada 12 isabet alarak ağır hasara uğradı. Aynı şekilde
Irresistible da aldığı 6 isabetle ağır hasarlı olarak çekilme manevrasına
başladı.
Üçüncü tümeni oluşturan Fransız gemileri, cesaretle tabyalara sokularak
yoğun ateşe başladı. Aradaki bataryalar susturulmuş, merkez tabyalar henüz
ezilememişti. Diğer gemiler de boğazdan içeri girmiş, bombardımana destek
vermekteydi. Bu arada, şiddetli hasar görmüş olan Rumeli-Mecidiye
Tabyası'nda Onbaşı Seyit, menzilindeki Ocean zırhlısına nişan almış ve sağ
kalan arkadaşlarının yardımıyla üçüncü atışta isabet kaydetmişti.
Aynı anda, aldığı isabetlerle zor durumda kalan Fransız filosu, Amiral De
Robeck tarafından geri çağrıldı. Gemiler, daha önce yaptıkları gibi Anadolu
sahillerine doğru dönüşlerini tamamlarken saat 13.55'te Fransız zırhlısı
Bouvet, hiç kimsenin beklemediği bir yerde bir gece önce Nusret'in döşediği
mayınlara çarptı ve yardımına dahi gidilemeyecek kısa sürede sulara gömüldü.
Fransız gemilerinin terk ettiği hattı 11 adet İngiliz muharebe gemisi aldı,
saat 15.35'te Irresistible ve Ocean gemileri de Nusret'in mayınlarına
çarptı. Daha sonra her iki gemi de akıntıyla sürüklenerek Türk topçularının
menziline girdi ve topçu ateşleriyle batırıldı.
''GİDİYORLAR, GEÇEMEDİLER, GEÇEMEYECEKLER''...
Bölgedeki mayın tehdidinin boyutlarını gören Amiral De Robeck, en kuvvetli 3
gemisini kaybetmiş olarak saat 19.00'da filosuna ''boğazı terk edin'' emrini
verdi.
Boğazdan çıkan gemilere bakan Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Cevat
Paşa'nın şunları söylediği duyuldu:
''Gidiyorlar, geçemediler, geçemeyecekler''...
Müttefik filo 800 personel kaybederken, Türkler ise bu savaşta 58 şehit
verdi, 3-4 asker ise yaralandı...
Boğazı donanmayla zorlayıp geçmek için yapılan bu büyük girişim ancak
''şiddetli bir yenilgi'' olarak tanımlanabilecek biçimde son bulmuştu...
Bu denli fazla kayıp, kara kuvvetlerinin yardımı olmadan boğazın geçilmesini
şüpheli kılıyordu. Sonunda, Deniz Bakanı Churchill, boğazın denizden kara
harekatı olmadan geçilemeyeceğine ikna olmuştu. Böylece Çanakkale
Harekatı'nda yeni bir sayfa açılıyordu: çıkarma harekatı ve kara
savaşları...
18 Mart'ta kazanılan zafer, yıllardır süren yenilgiler nedeniyle ümitsizliğe
kapılmak üzere olan Türk milletine yeni bir heyecan verdi.
18 Mart, 19 Mayıs'ın, 23 Nisan'ın, 30 Ağustos'un ve 29 Ekim'in müjdecisi
oldu...
Çanakkale havadan da geçilmedi
Çanakkale
Savaşları'nın üzerinden 91 yıl geçti. Yüz binlerce şehit verildi, sayısız
kahraman çıktı ve binlerce kahramanlık yaşandı. Denizde Nusret Mayın Gemisi,
karada ise Seyyit Onbaşı gibilerinin destanlaşan anılarına, hava
savaşlarındaki kahramanlar bilinmediğinden eklenemedi. Kazanılan zaferle,
dünyaya, Çanakkale'nin karadan ve denizden geçilmezliği ortaya konurken,
havadan da geçmenin mümkün olmadığı gösterildi.
Çanakkale Savaşları, Türk havacılık tarihi açısından önemli bir yere sahip.
Çanakkale'de konuşlandırılan 1. Tayyare Bölüğü, yaptığı keşif uçuşlarıyla
düşman donanmasının gücü, saldırı pozisyonu ve yeri konusunda bilgi
toplamanın yanında, düşman uçaklarının Osmanlı Ordusu hakkında bilgi
edinmelerinin de önüne geçti. Türk havacılık tarihinde ilk kez havadaki bir
Türk uçağı, düşman uçağını makineli tüfek atışıyla düşürmeyi bu savaşta
başardı. 30 Kasım 1915'te Üsteğmen Ali Rıza Bey idaresinde havalanan
Albatrus C I modeli uçakta Gözetleyici Teğmen İbrahim Orhan, bir Fransız
tayyaresini makineli tüfek ateşi ile vurarak düşürmeyi
başardı. Teğmen İbrahim Orhan, Türk havacılık tarihine 'havada yapılan
muharebede ilk düşman uçağı düşüren kişi' olarak geçti. Bu başarısından
sonra Almanya'ya pilotluk eğitimi için gönderilen İbrahim Orhan, brövesini
taktıktan sonra, önce Filistin ve Hicaz'da, ardından da İzmir'deki 5.
Tayyare Bölüğü'nde görevlendirildi. Teğmen İbrahim Orhan, Temmuz 1918'de
Sakız Adası üzerinde keşif uçuşu yaparken İngilizlerin açtığı uçaksavar
ateşi ile vurularak şehit düştü.
Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Tarih Bölümü Havacılık Tarihi Öğretim
Görevlisi Bülent Yılmazer, Zaman'a, Çanakkale Savaşları'nın bilinmeyen
kahramanlarını anlattı. Savaş boyunca Osmanlı Ordusu'nda 21 uçağın görev
yaptığını aktaran Yılmazer, müttefik güçlerin 40 civarında tayyaresine karşı
büyük bir mücadele verildiğini ifade etti. 1. Tayyare Bölüğü'ndü 5'i pilot,
10'u rasıd (gözetleyici) toplam 15 Türk havacının bulunduğunun altını çizen
Bülent Yılmazer, ilaveten 16'sı pilot, 7'si gözetleyici 23 Alman havacının
da Çanakkale'de düşmana karşı savaştığını açıkladı. Savaş boyunca sadece bir
Türk uçağının uçamayacak şekilde yara aldığını kaydeden Yılmazer, buna
rağmen uçağın inmeyi başardığını bildirdi. Yılmazer, "Savaşların
başlamasından, düşman güçlerin geri çekilmelerine kadar geçen 10 aylık zaman
zarfında 6'sı hava savaşı, 16'sı ise yerden açılan savunma ateşi sonucunda
teyit edilmiş toplam 22 düşman uçağı düşürüldü. Bunun yanında karşı tarafça
teyit edilmeyen, ancak Osmanlı Ordusu tarafından vurularak düştüğü bilinen 9
düşman uçağı daha bulunuyor. Osmanlı Ordusu'nda savaş boyunca sadece Alman
Kurt Haaring isimli havacı hayatını kaybetti." dedi.
18 Mart 1915'te Ege Denizi'ndeki adalardan hareket eden İtilaf Devletleri
Donanması, Osmanlı Ordusu havacılarının yaptıkları keşif uçuşları sonucu
tespit edildi ve gerekli tedbirlerin alınması sağlandı. Keşif uçuşlarıyla
düşman donanmasının gücü hakkında bilgi edinen Osmanlı havacıları, düşman
uçaklarının Türk mevzileri üzerinde keşif yapmalarını da önledi. İngiliz
hava birliklerinin Ege Denizi'ndeki adalardaki hava üstlerine karşı da
Osmanlı Ordusu uçukları çok başarılı bombardıman harekâtı yürüttü. Yoğun
uçuşlar yaparak gizlemeye çalıştıkları çekilme harekâtı da, Osmanlı
havacılarının 6 Ocak 1916 tarihinde iki düşman
uçağı birden düşürmesiyle ortaya çıktı. Çekilmenin ortaya çıkması üzerine
İtilaf Devletleri, bir çok teçhizatı geride bıraktı. Hatta götüremedikleri
bir uçağı, Osmanlı'nın eline geçmesini önlemek için parçalamak zorunda
kaldı.
O dönemki uçaklar, makineli tüfeğin yanı sıra, toplam 50 kiloyu geçmeyen
bomba taşıma kapasitesine sahipti. Çanakkale Savaşları sırasında İngiliz ve
Fransız hava birlikleri Farman, Breguet, Nieuport, Bristol, B.E., Osmanlı
Ordusu ise Almanlar tarafından verilen Albatrus, Rumpler, Fokker, LVG modeli
uçaklar kullandı. Özcan Yağmur - Ankara (Zaman)
"Türkleri diri diri yaktık"
18 Mart’ta Türk tarihinin büyük zaferlerinden birinin, Çanakkale Zaferi’nin 84. yıldönümünü kutluyoruz.
Ancak, Çanakkale Muharebeleri hakkında hâlâ herşeyi bildiğimiz söylenemez. Gün geçtikçe yeni belgeler ve bilinmeyenler de günyüzüne çıkmaya başlıyor. Bu dosyamızla, Çanakkale Savaşı ile ilgili bugüne kadar gizli kalmış, duyunca insanı ürperten bir gerçeğin perdesini aralıyoruz. Savaşın acı, insanın vahşi yüzü bu. Bir insanlık utancı olan hadisenin daha fazla bu ülke insanlarından saklanmasını da doğru bulmuyoruz. Çünkü bu olayın doğrudan muhatabı biziz.
Çanakkale Muharebeleri sırasında 1915 Anadolu’sunda her üç evden ortalama bir şehit çıkmıştı. Hepimizin büyükbabası yahut onun akrabası bir şekilde bu savaşta bulunmuştu. Ne var ki, hemen hiçbirimiz o Gelibolu’da onların başından geçen hadiseleri tam anlamıyla bilmiyoruz. Dedelerimiz savaşın, ordunun, stratejinin, taktiklerin vazgeçilmez parçaları olmalarının ötesinde Çanakkale’de bir insan olarak, bizim ailemizin bir ferdi olarak yerlerini almışlardı ama biz onların yaşadıkları sıkıntıları, mahrumiyetleri, mahkumiyetleri, acıları, sevinçleri, beklentileri öğrenemedik. Çoğumuz onların mezarlarını dahi bilmiyoruz. Onlar Meçhul Asker olarak Çanakkale’de dünya durdukça duracaklar.
Çanakkale Muharebeleri 3 Kasım 1914’te İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin Ertuğrul, Seddülbahir, Kumkale ve Orhaniye tabyalarımızı bombalamaları ile Osmanlı Devleti’ne resmen savaş ilan edilmeden başladı. İngiltere ve Fransa’nın resmen savaş ilan etmeleri ancak iki gün sonraya, 5 Kasım 1914’e tekabül ediyor. Böylelikle 1.Dünya Savaşı’nın en önemli ve kanlı askeri cephesi açılmış oluyordu.
Neden Çanakkale?
Müttefik Ordular Başkomutanı General Jean Hamilton bu sorunun cevabını hâtırâtında şöyle cevaplıyordu:
“Çağımızın ekonomik zaferinin birinci şartı İstanbul’u Türkler’den almaktır. Her ne pahasına olursa olsun alacağız. Ümit ediyorum ki; geleceğin harp okulu öğrencileri büyük bir imparatorluğu harakiri yapmaya mecbur bırakmak için, neden bu kıraç, beş para etmez kayaların eteklerinde sıkıştığımızı değerlendireceklerdir. Bu kayalıklar Osmanlı Sultanı’nın kara kalbine hançerin saplanacağı en ideal yerdir. Yalnız hançer henüz elini deldi ve yarasından yeni yeni kan akmaya başladı. Her gün ölümden kurtulmak için çırpınıyor. Bir metre ilerleyemesek dahi, Halifenin canı alınıncaya kadar, kanı bu kaba akıtılacaktır.”
Osmanlı Devleti’nin, Almanya’nın yanında 1. Dünya Savaşı’na girmesi İngiltere—Fransa—Rusya’yı zora sokmuştu. Çanakkale’den bir cephe açılması fikrini en çok İngiltere Bahriye Nazırı ve sonra II. Dünya Savaşında Başbakan olan Winston Churchill savunuyordu. Müttefik devletlerin stratejistleri Çanakkale’nin geçilmesi halinde Osmanlı Devleti’nin teslim olacağını hesaplıyorlardı. Osmanlı’nın açtığı cepheleri tasfiye etmek, Süveyş Kanalı ve Hint yolu üzerindeki baskısını kaldırmak, Orta Avrupa’ya ilerleyen Alman—Avusturya ordularını arkadan çevirmek, Balkan devletlerini de kendi saflarına çekmek gibi faydalar da savaştan bekleniyordu.
Gelibolu’dan Rusya’ya
Çanakkale Savaşı’nın en önemli sebeplerinden biri ise, Müttefik Kuvvetlerin Çarlık Rusyasına Bolşevik devrimcilere karşı yardım götürme arzuları olduğu söylenir. Ders kitaplarında belirtilmeyen ancak dikkate alınması gereken bir tez de şöyle: Ruslar’ın Almanlar karşısında geçici olarak başarı gösterip Karpatlar’ı aşarak Macaristan ovalarına inmeleri, İngiltere’yi kuşkulandırmıştı. Ruslar Budapeşte üzerine saldırabilir ve merkezi devletlerle Türkiye’nin bağlantısını keserek İstanbul’un geleceğini belirlemek konusunda kendilerine avantaj sağlayabilirlerdi. Rusya’nın, Almanya ile anlaşarak İstanbul ve Boğazlar’ı ele geçirip savaştan çekilmesi tehlikesi karşısında İngiltere için Çanakkale seferini açmak kaçınılmaz olmuştu.
Rusya, bu sebeple Çanakkale seferini sanılanın aksine kaygı ile karşıladı. Yine aynı sebepten, müttefiklerin Rusya’nın da bir donanma ile İstanbul’u zorlaması teklifini, donanmasının yetersiz olduğunu öne sürerek geri çevirdi. 4 Mart 1915’te müttefiklere bir nota vererek İstanbul ve Boğazlar’ın kendisine bırakılmasını istedi ve bu isteklerini kağıt üzerinde kabul ettirdi.
Ceset tufanı
İngiltere, Kasım 1914’ten 9 Ocak 1916’ya kadar Çanakkale önlerine 50 bini aşkın Avustralyalı, 10 bini Yeni Zelandalı olmak üzere toplam 410 bin asker getirdi. Fransızlar 10 bini Senegalli olmak üzere 79 bin, biz ise istilacılara karşı ondört ay içinde toplam 700 bin askerle karşı koyduk. Yani 1 milyon 200 bin insan Gelibolu yarımadasında ölümüne, göğüs göğüse çarpıştı ve neticesinde istilacılar 213 bin 980 kişi kaybederken bizim şehit sayımız Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı’nın resmi kayıtlara dayanarak tesbit ettiği rakama göre 213 bin 882 oldu.
İngilizler, Çanakkale Savaşı öncesinde sömürgelerine haber göndermiş ve yardımcı kuvvetler istemişti. Avustralya bu isteğe olumlu cevap vererek 20 bin Avustralyalı, 8 bin Yeni Zelandalıdan oluşan ilk ANZAK kuvvetini Türkiye’ye doğru Kasım 1914’te yola çıkarmıştı. 1. Anzak Tümeni’ni taşıyan Orvieto gemisinde, savaş muhabiri Charles Bean de vardı.
Savaşta bir gazeteci
Charles Bean, Melbourne limanından demir alınmasından, istilanın sonuna kadar Anzak askerlerinin bütün serüvenini hem onlarla birlikte yaşadı hem de bütün ayrıntıları ile yazdı.
İstila başladığında 34 yaşında tecrübeli bir gazeteci olan Bean kısa sürede askerlerle kaynaştı ve kızıl saçlarından dolayı “havuç kaptan” lakabı ile anıldı. Bean en tehlikeli mevzilere bile girmekten geri durmadı. O yıllarda yeni gelişmekte olan modern savaş muhabirliğinde önemli ve örnek bir kariyer yaptı. Son istila kuvvetlerinin çekildiği tarihi günden ancak bir gün önce Gelibolu’dan ayrılan Bean ülkesine dönerken yanında 125 defter dolusu not ve yüzlerce fotoğraftan oluşan eşsiz belgelere sahipti.
Bean resmi muhabir olmasına rağmen Çanakkale Günlüğü savaşın gayri resmi tarihi idi. Zaten, “Avustralya’nın Resmi Tarihi” adında 6 ciltlik bir eser de yazmıştı. Bu eserini tamamladıktan sonra elindeki notları Avustralya Savaş Tarihi Enstitüsü’ne devretti. Bean, 1968’de hayatını kaybetti. Enstitü de bu notları 1979 yılına kadar halka kapalı tuttu. Bean’ın bu notları üzerinde çalışan araştırmacı Kevin Fewster, Çanakkale Günlüğü’nü 1983 yılında yayınladı. Kitabın çıkması maalesef gereken ilgiyi uyandırmadı. Özellikle Türk kamuoyu 64 sene sansürlü kalmış ve ancak 68 sene sonra yayınlanmış günlükteki bilgileri maalesef atladı.
Bir facianın hikayesi
Çanakkale Savaşı deniz ve kara muharebeleri olmak üzere ikiye ayrılıyor. İngiltere ve Fransa, Boğaz’ı denizden zorlayarak geçeceklerine inanıyorlardı. Bunun için 17 Mart 1915’te Bozcaada’da Akdeniz Orduları Başkomutanı General Hamilton’un da katıldığı son toplantıda Deniz Harekat Planı görüşülmüş ve Boğaz’ın zorlanması planlanmıştı. Bu plan yapılırken müttefik kuvvetler kurmaylarının ellerinde Boğaz’ın mayından temizlendiği raporları vardı. Bunun üzerine 18 Mart 1915 günü İngiliz ve Fransız ortak donanması Çanakkale Boğazı’na hücum etti. O gece Nusret mayın gemisi Karanlık Liman bölgesini mayınlamış olduğundan müttefik donanması mevcudunun yüzde 35’ini kaybederek çekilmek zorunda kaldı. Geriye dönüş manevraları sırasında da o yılların en önemli savaş gemileri olan Bouvet, Ocean, Irrestible, ayrıca 2 muhrip, 7 mayın arama gemisi battı. Goulois ve Inflexible da dahil 7 zırhlı gemi görev yapamaz hale geldi. Bu başarı tarihe Çanakkale Zaferi olarak geçecek, Çanakkale Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa da “18 Mart Kahramanı” olacaktı.
Çanakkale’deki bu hezimetin haberi Londra’ya bomba gibi düştü. Önce ajansların haberleri abarttığını düşünen Londra, daha sonra General De Robeck’in raporu ile hezimetin gerçek olduğunu anladı. Bu hezimetin faturası 17 Mart’ta Boğaz’ın mayından temizlendiğine dair rapor veren subaylara çıkarıldı ve kurşuna dizildiler. Ancak daha sonra verilen raporların doğru olduğu, Türkler’in son dakikada burayı tekrar mayınladığı anlaşılacaktı ve kurşuna dizilen subayların itibarları iade edilecek, ailelerine maaş bağlanacaktı.
18 Mart mağlubiyeti Müttefik Kuvvetlerini, Çanakkale Boğazı’nın karadan yardım ve destek olmaksızın geçilemeyeceği noktasına getirdi. Bunun üzerine bir ayı aşkın bir hazırlık yapıldı. 75 bin kişilik çıkarma kuvveti hazırlandı ve başına General Sir Hamilton getirildi. 25 Nisan günü Gelibolu yarımadasında Arı Burnu ve Seddülbahir’e Anadolu yakasında Kumkale’ye çıkarma yapıldı.
Bean anlatıyor
Bu çıkarmada bulunan tek sivil ve tek gazeteci Avustralyalı Charles Bean idi. Bean, o tarihi günü bakın nasıl anlatıyor:
“25 Nisan Pazar (geceyarısı): Gemiler Limni’den geldi. Güvertede uykulu bir ses esnemelerle kesilen bir şarkı söylüyor... Derken ilk kez 4.38’de, dikkatle kulak verdiğimde, ta uzaklarda bir takırtı duyuyorum; küçük tahta bir kutunun iç kısmına bir kurşun kalemle hafifce vurulurmuşçasına. Bu takırtı sürekli gidip geliyor. Son derece uzaktan ve derinden gelen bir ses ama benim için artık yabancı değil. İlk defa işitmeme rağmen bunun ne sesi olduğundan hiç şüphem yok. Ateşlenen tüfeklerin yankılanan sesi bu; önce birkaç el, sonra daha ağır ve sürekli... İlerdeki tepelerde yoğun çarpışmalar oluyor...
Sandal 50—60 santimetre derinlikte bir suda karaya çekildi. Dışarı fırladık...Limni’de sırt çantalarının ağırlığından yıkılanlar olduğunu gördüğüm için dikkatle çıktım, kumsala dek suları yara yara yürüdüm ve sonunda Türk topraklarına ayak bastım...”
“Türkler’i esir alma, öldür”
Her gün olaylar hakkında küçük notlar alıp akşam kıt ışık altında veya ay ışığında bunları düzenleyen Resmi Savaş Muhabiri Cherles Bean, 29 Nisan 1915 tarihinde ise şu dehşet satırları yazıyordu:
“Her gün kampa Türk esirler getiriliyor. Avustralyalıların esirlere hayli kötü gözle baktıkları kesin... Bu yüzden bizim Avustralyalılar eğer ellerinden geliyorsa, esir almayıp yaralıları öldürme yoluna gidiyorlar.
Hem Yeni Zelandalılar, hem de Avustralyalılar, kimi durumlarda en azından ilk karşılaşmalarda, hele işler kötüye giderken, Türkler’den esir alınmaması yolunda üstlerinden kesin emir aldıklarını söylediler bana. Bunlara inanmıyorum, ama doğru da olabilir.”
Dehşet dolu satırlar...
Bean, günlüğüne 26 Eylül Pazar günü için ise, yaralıları öldürdüklerini içeren şu dehşet dolu notları kaydetmiş:
“Nevinson ile birlikte İmroz adasında Panagia köyüne gittik. W.’nin emir eri X bize yolda son derece şaşırtıcı şeyler anlattı. X, Munster alayındaymış. Bir çok süngü hücumunda bulunduğunu söyledi bana...
“Anlattığına göre 2 Mayıs gecesi Türkler Munster hattını yarmışlar. Hattaki askerlerle subayların pek çoğu bunu bilmiyormuş. Türkler hattı yarıp Munster karargah bölüğünü darmadağın etmişler. Hattaki askerler de arkalarından gelen insan seslerini duyunca kendi adamlarının takviyeye geldiğini sanmışlar. Gene de bu konuda bir tereddüt belirince bir çavuş adamlarından bazılarına birer el ateş etmelerini emretmiş. Ateşin açılmasının hemen ardından “Allah Allah” sesleri yükselmiş dört bir yandan. Ön hattakiler derhal ateş açmışlar ve Türkler’i komuta eden Alman subayla birlikte 15 kişiyi öldürmüş ya da yaralamışlar.
“Ertesi gün o Almanın canını alıverdik’ dedi X. Kulaklarıma inanamadım bir an. Kent bölgesinden gelen tatlı, yumuşak, becerikli bir adamdı bu X. Evet, iyi eğitim görmemişti, cahildi ama yumuşakbaşlı iyi bir adamdı... Bu sözlerin üstüne gerçekten öylesine midem bulandı ki konuşamadım. Yaptığı işin dehşeti hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Hatta bununla övünür gibiydi. Eğer bizim Tommy’lerimizin bir kısmı böyle savaşıyorsa, Tanrı yardımcımız olsun. Evet yaralıları öldürmekle böbürlenen bazı Avustralyalılar da görmedim değil, ama bu savaşın heyecanı içindeydi. Ele geçirdiği yaralı adamı (Alman bile olsa) bir gün sonra soğukkanlılıkla öldürebilecek çok fazla insan olduğunu sanmıyorum.”
...Ve esirleri yaktılar
Resmi Savaş Muhabiri Bean’in günlüğünde insanın tüylerini diken diken eden en önemli ayrıntı ise, maalesef Türk esirleri canlı canlı yaktıklarını itiraf ettiği satırlar. Bean, 8 Ağustos 1915 diye başlayan satırlarına şöyle devam ediyor:
“Bugün Pazar. Bu topraklara ayak basalı 15 hafta oldu... Bugün hayatımda gördüğüm en alçakca davranışlardan birine şahit oldum. Sığınağımın hemen karşısında 100 kadar Türk ile 2 Alman esirin barındığı tutukevinin çevresine benzin döküp tutuşturuldu... Türklere çok yakın gelen dev alevler karşısında zavallı esirler tutukevinin en uç köşesine üşüştüler ama acı akıbetten kurtulamadılar...Bu görüntüyü seyredip gülüşenler arasında İngilizler de Avustralyalılar da vardı. Bu işi yapanların ağzını burnunu dağıtacak onurlu bir kişi yok muydu acaba? Aynı iş dün de yapılmıştı çünkü...
Bu esirlere yapılan muamele insanın yüzünü kızartacak derecede. Oysa bildiğimiz kadarıyla Türkler esir düşen asker ve subaylarımıza olağanüstü iyi davranıyorlar...”
Avustralyalı gazeteci Charles Bean’in Çanakkale Muharebeleri sırasında cephede gazetecilik yapan tek özel muhabir olarak şahit olduğu bu olay yıllarca dünya kamuoyundan saklandı. Bean’in yazdıklarından bu yakma olayının tek olay olmadığı da anlaşılıyor. Çünkü “Aynı iş dün de yapılmıştı” diyor.
Çanakkale Mahşeri
1998 yılının son aylarında piyasaya çıkan ve iki ayda üç baskı yapan Çanakkale Mahşeri isimli belgesel tarihi romanın yazarı Mehmed Niyazi de, Çanakkale Muharebeleri üzerine 6 sene süren araştırmaları sırasında İngilizce ve Almanca kaynaklarda 100 Türk ve 2 Alman’ın yakılması ile ilgili bilgilere rastladığını belirtiyor ve Bean’in güncesini doğruluyor. Mehmed Niyazi, yakılma olayının Yüzbaşı Weistock’un emriyle yapıldığını bildiriyor. Mehmed Niyazi, yakma olayının bir önceki gece gerçekleşen Türk saldırısının bir intikamı olduğunu ve tepelerden saldırıya hazırlanan Türklere bir gözdağı vermek ve morallerini bozmak gayesi ile yapıldığını söylüyor.
Madalyonun öbür yüzü
Bean’in günlüğünde yukardaki dehşetengiz olaylar anlatılırken aşağıdaki insâni davranışlar da kaydediliyor:
“4 Mayıs: Türkler, Kabatepe’de yaralılarımızı teknelerimize yüklememize izin verdiler. Bütün bu tahliye—yükleme sırasında hiç ateş etmediler... Bugün öğleden sonra saat 14.00’te donanmaya ait bir tekne, beyaz bir bayrak çekmiş olarak yaralıları toplamaya geldi. Türkler, teknenin gelip yaralıları almasına, sonra yeniden denize açılmasına izin verdiler...
11 Kasım: Türklerle son zamanlarda epey yoğun haberleşmemiz oldu. Kendilerine gayet iyi bakıldığını belirten bazı esir mektupları ile Kahire’de çekilmiş kanlı—canlı fotoğraflar attık karşı taraf siperlerine... Türkler’den şu cevabı aldık;
‘Sizin sadakanız ile yaşayan domuzdur. Midelerimiz dopdolu. Kollarımızın ucunda ellerimiz, ellerimizde de süngülerimiz var. Eğer söylendiği kadar büyük milletseniz, neden o yüce ilkelere uygun davranmıyor ve neden başka milletleri kendi önderlerine bağlılıktan ayartmaya çalışıyorsunuz?..’
Son derece onurlu bir cevap. Türkleri ayartma yolundaki girişimlerde ipin ucunu kaçırmamız içten bile değildi...
Üç hafta önce Türkler’in üç gün süren bir Bayramı vardı. Bizim siperlere iki paket sigara attılar. Üzerinde bozuk bir Fransızca ile ‘Afiyetle için kahraman düşmanımız’ yazıyordu. Başka paketin üzerinde de ‘Sevgili düşmanımız bize süt gönderin.’ Konserve et gönderdik. Bir taşla sopanın üstüne yazdıkları cevapta ‘Konserve et istemeyiz’ dediler. Bunun üzerine biraz reçel, iyi bisküvi fırlattık. Bütün bunlar saat 08.30 ila 09.15 arasında olup bitti. Sonunda Türkler ‘Tamam’ ‘Fini’ diye bağırdılar. Ertesi gün aynı şeyler tekrarlandı. Üçüncü günün sabahında ‘artık bu işe son verin’ şeklinde bir emir geldi...”
Çanakkale’den gizlice kaçış
Savaş muhabiri Bean gelişleriyle birlikte kaçışlarını da anlatıyor Çanakkale Günlüğü’nde.
“16 Aralık: Anzak Koyu olağanüstü ıssız, kumsal tamamen boş. Evraklarımızı yaktık. Türkleri ilgilendirecek pek az şey kalacak arkada... Askerlerimizin çoğu buradan ayrılacakları için üzgün değil. Yalnızca silah arkadaşlarını burada gömülü bırakacaklarına üzülüyorlar.
17 Aralık: Dün 5. Bölük mühendislerini kazma—kürek ve borularını yakarken gördüm. Kendi elimle imal ettiğim mobilyayı yine kendi elimle yok ettim. Sığınağımdan çıkarken de su geçirmez çarşafıma bir bıçak attım...
23 Aralık: Tüm mevzilerimizi çırılçıplak bir şekilde Türklere bırakmamız bu gece de boş mevzilerde tüm ışıkların yanık bırakılması, hat boyunca Türk tüfeklerinin, sabah bombalayıp ardından da çoktan terkettiğimiz siperlere hücum etmesi ve gece boyunca olup bitenleri gerilim içinde gözleyerek bekleyişimiz...Bütün bunlar hiç de fena bir savaş hikayesi değil aslında...”
Çanakkale ne denizden ne de karadan geçilebildi. İstilacılar 6 Aralık’ta Anafartalar, Arıburnu ve Seddülbahir cephelerini boşaltarak savaşa son verme kararı aldılar. Boşaltma işlemi yani kaçış ise, Anafartalar ve Arıburnu cephesinden 19—20 Aralık 1915, Seddülbahir cephesinden ise 8—9 Ocak 1916 gecesi oldu.
Çanakkale Muharebelerinin Osmanlı Devleti’nin zaferi ile neticelenmesi Bulgaristan’ı Almanya ve Osmanlı Devleti yanında savaşa girmeye itti. Rusya’nın itilaf devletleri ile ilişki kuramaması dolayısıyla ülkedeki finansal bunalım iç huzursuzluğu artırarak Bolşevik ihtilalinin başarı ile sonuçlanmasına sebep oldu. İtalya, Romanya ve Yunanistan ise, İtilaf devletlerine katıldılar ve I. Dünya Harbi tahminlerin aksine 3 sene daha devam etti.
M.
ALİ EREN - Aksiyon Dergisi Sayı: 223
Çanakkale'de
Mehmetçiğe kimyasal silah
Çanakkale Zaferi'nin 90. yıldönümü kutlanıyor. Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nden çıkan yeni bir belge, savaşla ilgili korkunç bir gerçeği ortaya çıkardı:
İtilaf Devletleri Mehmetçiğe karşı kimyasal silah kullandı. Savaşı anlatan rakamlar ise oldukça manidar. 10 bin askerimiz kayıplara karışmış.
20 Temmuz 1915. Yer Çanakkale... Savaş bütün dehşetiyle sürüyordu. Reuter Telgraf Ajansı'nın Çanakkale muhabiri, Londra'daki ajans merkezine savaşın gidişatını anlatırken insanî boyutu öne çıkan bir haber geçer: "Türkler pek merdane ve soylu bir tarzda harp ediyor. Bunlardan biri şiddetli ateş altında olduğu halde askerlerimizden birinin yarasını sarmak gayretinde. Diğeri yaralı bir Avustralyalı askerin yanına bir şişe su bırakarak insanî bir harekette bulunuyor. Mert Türk askerlerinden bir başkası İngiliz siperlerinden uzak bir mevkide yaralı düşüp saatlerce aç ve güçsüz kalan İngiliz askerine ekmek vererek yüce bir davranış gösteriyor. Türklerle çarpışan İngiliz askerlerinin hemen hepsi Türkler tarafından İngiliz esirlere iyi muamele yapıldığı konusunda hemfikir."
Çanakkale Boğazı girişinde batan Saphir adlı Fransız denizaltısından Türk askerleri tarafından kurtarılan Elektrik Çavuşu Logal ailesine gönderdiği mektupta, nasıl bir esaret geçirdiğini şu cümlelerle anlatıyor: "...Tahlisiye sandalı gelinceye kadar yarım saat suda kaldık. Kurumuş yapraklar gibi tir tir titriyorduk. Lakin bereket versin, Türk zabitleri bizi pek hoş karşıladı. Sandal içinde zabitlerden birisi bana ceketini bile verdi. Türk mülazımı kıyafetine girdim. Bizi hemen ısıttılar. Bir şişe rom getirdiler. Bir nefesçik rom çekmek, bilsen ne kadar büyük bir iyilik icra etti. Bizi bir kışlaya götürdüler. Orada bize elbise verdiler. Zira denize düşerken çırılçıplak olmuş idik. Bizi İstanbul'a getirdiler. Bulunduğumuz mahalleye arada sırada Türk zabitler geliyor. Bize sigara paketleri ikram ediyorlar. Hemen ekserisi Fransızca biliyor. Halbuki biz başka türlü muamele göreceğimizi zannediyorduk."
Çanakkale'de sadece askerler savaşmadı. Aynı zamanda, farklı dünya görüşleri de mücadele etti. Hem de insan olma konusunda... Düşmanının canını kurtarmak için çırpınmak, matarada kalan bir yudum suyu düşman askerine vermek başka türlü nasıl izah edilebilir ki? Reuter muhabirinin geçtiği haber ile Çavuş Logal'ın ailesine gönderdiği mektup bu örneklerden sadece birkaçı. Ancak, madalyonun bir de öteki yüzü var.
İtilaf Devletleri, Çanakkale'de direnen Osmanlı askerini yok etmek için her türlü yolu denemekten çekinmedi. Uluslararası savaş kuralları yok sayılıp siviller katledildi, hastaneler bombalandı. Dahası topyekûn bir öldürme operasyonu için kimyasal silahlar bile kullanıldı.
Mehmetçik gaz karşısında çaresiz
Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde görevli uzmanlarca ortaya çıkarılan yeni bir arşiv belgesinde
İtilaf Devletleri'nin Türk askerlerine karşı boğucu türden gaz içeren kimyasal silah kullandığı belirtiliyor. Belgeye göre, Osmanlı askeri kimyasal silahlar karşısında çaresiz kalıyor. Belgede gazın hangi ülke kuvvetleri tarafından kullanıldığı belirtilmiyor. Verdiği zarar konusunda da bir bilgi yok. Fakat, araştırmacılar binlerce askerin kimyasal silahların tesiriyle şehit düşme ihtimalinin olduğunu belirtiyor ve muhtemelen İngilizler tarafından böyle bir yola başvurulduğu görüşünde birleşiyor.
2 Temmuz 1915 tarihinde Başkumandan vekili namına Müsteşar imzasını taşıyan ve cepheden Hariciye Nezareti'ne gönderilen belgede düşman kuvvetleri tarafından kimyasal silahlar kullanıldığı belirtilip tarafsız ve dost devletlerin olayı protesto etmesi isteniyor. Dost devletlerin insanlık dışı bu hadiseyi protesto ettiğine dair bir bilgiye rastlanmıyor; ama bu belge Çanakkale'yi kimyasal silahların kullanıldığı savaşlar arasına sokuyor. Daha önce 19. yüzyılın sonlarında Fransızlar Almanlara karşı zehirli gaz kullanmış, aynı şekilde Almanlar da Fransızlara misillemede bulunmuştu.
Domdom kurşunu...
Çanakkale'de destan yazan askerlerimize yönelik uluslararası savaş hukukuna aykırı hareketler kimyasal silahlarla sınırlı değil. Tespit edilen iki ayrı belge, iki ayrı savaş ihlalini daha ortaya çıkarıyor. Savaş hukukuna kesinlikle aykırı olmasına rağmen domdom (parçalayıcı, dağıtıcı özelliği çok fazla) kurşunları da Mehmetçiğe sıkılmış. Başkumandan vekili Enver imzasını taşıyan 20 Mayıs 1915 tarihli Hariciye Nezaretine gönderilen belgede Çanakkale'de yaralanıp Tekirdağ Hastanesi'ne yatırılmış bir askerin bacağından domdom kurşunu çıktığı rapor ediliyor. Aynı belgede domdom kurşunlarının İngiliz askerleri tarafından kullanıldığının altı çiziliyor.
10 Mayıs 1915 tarihini taşıyan bir başka belgede de İngiliz savaş gemilerinin balonlar yardımıyla Maydos kasabasında Hilal-i Ahmer bayrağı çekmiş hastaneyi bombalayarak 30 kadar yaralı askerin şehid olmasına yol açtığı belirtiliyor. Osmanlı Hükümeti "insanlığa sığmayan" bu saldırı sonrasında Amerika Sefareti aracılığıyla İngiltere'nin uyarılması talebinde bulunuyor. Bu üç belge ve üç örnek, savaş kurallarının hiçe sayıldığı Çanakkale'de nasıl bir trajedinin yaşandığını gözler önüne seriyor.
Belgeler şimdi sergide, sonra kitapta
Çanakkale Savaşları hakkında Genelkurmay Başkanlığı'nın yayımladığı birkaç çalışma dışında belgelere dayalı, ilmi, ciddi ve kapsamlı bir kitabın yazılmamış olması büyük bir eksiklik. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bu alandaki eksikliği gidermek için savaşların 90. yıldönümü etkinlikleri çerçevesinde iki ciltten oluşan "Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri" kitabının ilk cildini kısa bir süre sonra piyasaya sürecek. Kronolojik olarak 10 Ağustos 1914 ile 31 Ağustos 1915 tarihleri arasındaki olayları anlatan belgelerden oluşan ilk kitap muhteva bakımından oldukça geniş. İkinci cildiyle birlikte bu kitap bir yıl içinde tamamlanacak.
İkinci cilt ise 1 Eylül 1915 ve 9 Ocak 1916 tarihleri arasını kapsayacak. Arşiv bünyesinde kurulan ve beş uzmanın çalıştığı Çanakkale Masası'nın ortaya koyduğu belge ve fotoğraflar da kitaptan önce bir sergide kamuoyuna sunulacak. Başbakanlık Osmanlı Arşivi ile 18 Mart Üniversitesi tarafından 14-25 Mart tarihleri arasında ortaklaşa düzenlenecek sergide 50 arşiv belgesiyle çeşitli fotoğraflar yer alacak.
HAŞİM SÖYLEMEZ
- Aksiyon Dergisi Sayı: 536
Bir efsaneydi Çanakkale
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa ikiye bölünmüştü. Almanya’nın öncülüğünde buluşan Avusturya—Macaristan, İtalya —daha sonra saf değiştirmişti—, ;
Bulgaristan ‘İttifak Devletleri’ni meydana getirmişlerdi. Bu ittifaka daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun da katılmasına karşılık, Fransa, İngiltere, Rusya —daha sonra ise Amerika, Japonya, Belçika, Romanya, Sırbistan, Yunanistan ve ve Karadağ— ‘İtilaf Devletleri’ni oluşturmuşlardı.
Almanya’nın teknolojide gün geçtikçe ilerlemesi, bölgedeki etkinliğinin artması bu ülkeleri endişelendiriyordu. Bir Sırp gencinin Avusturya—Macaristan veliahtı Ferdinand’ı Saraybosna’da vurarak öldürmesi bardağı taşıran son damla olmuştu.
Rusya Sırbistan’ı korumak maksadıyla Avusturya—Macaristan İmparatorluğu’na saldırdı. Almanya derhal Avusturya—Macaristan tarafından savaşa katılarak Rusya’ya saldırmakta gecikmedi. Nihayet Fransa ve İngiltere müttefikleri Rusya’ya yardım etmek için savaşa girdiler. Böylece o zamana kadar yaşanan bütün savaşların en büyüğü, en korkuncu, en uzunu ve en geniş çaplısı başlamış oldu. İtilaf Devletleri’nin saflarında toplam 42 milyon 700 bin, İttifak Devletleri’nin saflarında ise toplam 22 milyon 900 bin asker savaşıyordu. Bu savaş sonunda her iki taraf toplam 9 milyon 323 bin ölü, 38 milyon 481 bin yaralı vermişti.
Osmanlı savaşa nasıl girdi?
İttihat ve Terakki’nin güçlü önderlerinden Enver Paşa, henüz 33 yaşında bir gençken Saraya damat olmuştu. 3 Ocak 1914’te birdenbire paşalığa yükseltildi, Harbiye Nazırlığı’na getirildi ve Başkomutan vekili oldu. Enver Paşa’nın aşırı denebilecek vatanseverliği ve cesaretine tecrübesizliği de eklenirse bu tür durumlarda reaksiyoner politikalar üretmesi son derece doğaldı.
Karada ve denizde cehennemî savaş sürerken, İngiliz donanmasının sıkıştırdığı iki Alman gemisi “Goeben” ve Breslau” Çanakkale Boğazını geçerek Osmanlı’ya sığındı. Ne padişahın, ne diğer bakanların, ne de Meclisin haberdar olmadığı bu olaydan, Sadrazam Halim Paşa da habersizdi kuşkusuz.
10 Ağustos 1914 gecesiydi ve Bakanlar Kurulu, Başbakan Said Halim Paşa’nın yalısında toplanmıştı. Harbiye Nazırı Enver Paşa toplantıya biraz geç kalmıştı ve içeri girer girmez de gülümseyerek şöyle demişti:
“Bir oğlumuz dünyaya geldi”
Enver Paşa oldukça rahat ve kendinden emin bir şekilde iki Alman gemisinin İngiliz donanması tarafından takip edildiğini, kurtulmak için Boğaz’ı geçtiklerini, buna da kendisinin izin verdiğini söylüyordu.
İtilaf Devletleri ise Osmanlı İmparatorluğu’na bir ültimatom vererek Alman gemilerini bırakmasını, aksi takdirde bunun savaş sebebi sayılacağını bildirmekte gecikmediler. İttihat Terakki Hükümetinin gemilerin Almanya’dan satın alındığını belirterek, gemilere Türk bayrağını çekmesinin ardından Rus şehirlerini bombalatması bardağı taşıran son damla olmuştu. Osmanlı artık I. Dünya Savaşı’nın tam ortasındaydı.
Rus donanması 17 Kasım 1914 günü Trabzon’u bombaladı. İngiliz, Fransız ve İtalyan donanmaları Çanakkale Boğazı’na çoktan dayanmıştı.
İtilaf Devletleri Çanakkale Boğazı’nı aşarak İstanbul’u da kolayca ele geçireceklerini düşünüyorlardı. Böylelikle Akdeniz—Karadeniz yolu İngiltere—Fransa ve Rusya’nın denetimine girecek, başkenti İstanbul’u yitiren Osmanlı Devleti de oyun dışı kalmış olacaktı.
İngiliz—Fransız donanması Osmanlı Devleti ile savaşa girdikleri Ağustos 1914’ten başlayarak Çanakkale Boğazı’na giriş—çıkışı denetimleri altına almışlardı. Kasım—Aralık 1914’te Boğazı savunan Türk tabyalarına karşı bir kaç saldırı düzenlediler. Ama asıl deniz harekatı 19 Şubat 1915’te başlamıştı. 40 gemiden oluşan İngiliz—Fransız filosunun saldırısını Türk topçuları Boğazın iki yakasından açtıkları şiddetli ateşle geri püskürttüler. 25 Şubat 1915’teki ikinci büyük saldırıda Boğazı savunan dış tabyaları susturmayı başardılarsa da iç tabyaların direnmesi karşısında Boğaza girmeyi başaramadılar. Bu durum karşısında ellerindeki bütün güçleri toplayarak kesin sonuç almak için bir harekat düzenlemeye karar verdiler. Böylesi bir gelişmeyi bekleyen Türkler de Boğazın iki yakasındaki savunma güçlerini artırdılar. Boğazın sularına da çok miktarda mayın döktüler. 18 Mart 1915 günü başlayan büyük saldırının başlangıcında İngiliz ve Fransız donanmasından dört zırhlı mayınlara çarptı. Bunlardan ikisi batmış, ikisi de hareketsiz kalmıştı. Bu gelişmeler üzerine geri çekilmeye çalışan iki Fransız zırhlısı da mayına çarparak ağır yara aldı. Uzun hazırlıklar sonunda giriştikleri saldırının daha ilk gününde böylesi bir yenilgiye uğrayınca İngiliz—Fransız filosu Çanakkale Boğazı’ndan ayrılmak zorunda kaldı.
Bu olayın Deniz Harp tarihindeki yeri inkar edilemeyecek kadar büyüktür. Bu yüzden Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın hemen hemen bütün birliklerinde her 18 Mart bütün heyecanı ve coşkunluğuyla yeniden yaşanır, yeniden yaşatılır. Marşlar, kahramanlık türküleri söylenir. Bir esenliktir 18 Mart, zaferin efsanevî çığlığını hatırlatır.
Aydoğan Vatandaş - Aksiyon Dergisi Sayı: 171
10 BiN KAYIP ASKER
Fiilen 3 Kasım 1914'te başlayan Çanakkale Savaşları 9 Ocak 1916 tarihinde
İtilaf Devletleri'nin çekilmesiyle sona erdi. Çanakkale'de ortaya çıkan rakamlar savaşın ne kadar şiddetli geçtiğini anlatmaya yetiyor. Yaklaşık bir yıl süren çarpışmalar sonucunda
İtilaf Devletleri 252 bin kayıp verirken, Osmanlı Devleti ise 251 bin şehit verdi. 3 Kasım 1914'te Seddülbahir Kalesi'ndeki cephaneliğe yapılan saldırıda 5 subay 83 er şehit oldu. Bunlara "ilk şehitler" deniyor. Rumeli Mecidiyesi'nde görev yapan Topçu er Seyit 275 kilo 600 gram ağırlığındaki top mermisini tek başına kaldırıp namluya sürerek ateş etti; Ocean zıhlı gemisi sulara gömüldü. 19 Mayıs 1915'te cepheye katılan 100 kadar İstanbul Tıp Fakültesi öğrencisi 3 saat içinde şehit düştü. İstanbul Tıp Fakültesi 1921 yılına kadar hiç mezun veremedi.
Karşılıklı siperlerin en yakın mesafesi 5 metre olduğu halde çatışmalar sürdü. Savaşta 60 İngiliz uçağına karşılık 22 Türk uçağı bulunuyordu. İngilizler 205 bin, Fransızlar 47 bin kayıp verirken
İtilaf Devletleri'nin toplam kaybı 252 bin olarak tespit edildi. İngiltere (sömürge askerleri dahil) savaşa 469 bin askerle katıldı. O gün için 700 bin Türk askeri bulunuyordu. Osmanlı Devleti toplam 251 bin şehir verdi. 10 bin askerimiz kayıp. Savaşta 57. Alay'ın bütün mensupları şehit düştü. Bir daha 57. Alay kurulmadı. Bu Alay'ın sancağı halen Avustralya Savaş Müzesi'nde sergilenmektedir. 25 şehitle Kastamonu'nun Güzlük köyü en fazla kayıp veren köy olarak kayıtlara geçti. En çok şehit veren ilk beş ilin sıralaması ise şöyle: Bursa 3274; Balıkesir 3003; Konya 2683; Kastamonu 2527; Denizli 2258. İstanbul 1908 şehit verirken bu savaşla birlikte adı tarihe geçen Çanakkale ise 1876 şehit verdi. Tabii burada diğer illerden alınan askerlerin Çanakkale dışındaki cephelere gönderilmesi gerçeği de göz ardı edilmemeli. Savaş sırasında Saroz Körfezi'ne 300 kadar Yunan asker çıkarıldı ancak bunlar korktukları gerekçesiyle tekrar geri gönderildi. İtilaf
Devletleri safında 600 kişiden oluşan Siyon Katırcılar Birliği de savaşa katıldı.
Çanakkale’de esir düşen
askerler: Osmanlı bize çok iyi davrandı
18 Mart’ın yıldönümününde ortaya çıkartılan Osmanlı belgeleri en önemli tarihî dönemeçlerden biri sayılan Çanakkale Savaşları’na ilişkin yeni ayrıntıların gün yüzüne çıkmasını sağladı. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Çanakkale Muharebeleri’ne ait şimdiye kadar yayınlanmamış belgeleri bir araya getirdi. Çanakkale Savaşları’nın 90. yıldönümü çerçevesinde hazırlanan, ‘Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri’ adı verilen kitap iki ciltten oluşuyor. Kitapta tarihe ışık tutacak 300’e yakın belge var. Osmanlı belgelerinde ortaya çıkan en dikkat çekici olaylardan birisi İngilizlerin öncülüğündeki müttefik kuvvetlerin sivillerin bulunduğu alanlara ve hastanelere ateş açılması emrini vermesi. Osmanlı komutanlarının yazışmalarında ayrıca İngilizlerin boğucu gaz kullandığından şikayetçi olunuyor ve bunun uluslararası savaş kurallarına uygun olmadığına dair uyarılarda bulunulduğu görülüyor. Devlet Arşivleri Genel Müdürü Doç. Dr. Yusuf Sarınay, Çanakkale’nin dünyadaki en önemli tarihî dönemeçlerden biri olduğunu belirtti. Osmanlı arşivlerinden derlenerek hazırlanan belgelerde ‘Hariciye Nezareti’nden Ordu-yu Hümayun Başkumandanlığı Vekalet-i Celilesi’ne denilerek yazılan belgede, İngilizlerin hastane ve hastane gemilerini bombaladıklarına dikkat çekiliyor. Bunun savaş kurallarına aykırı olduğunun altı çizilirken, saldırının devam etmesi halinde sivil ve asker İngiliz esirlerine misillemede bulunulacağı uyarısı yapılıyor. Aynı yerden gönderilen bir sonraki belgede ise müttefik uçaklarının Hilal-i Ahmer işaretleri olan Akbaş Tekkesi hastane çadırlarını bombaladıkları bildiriliyor. Yazının devamında ise müttefik denizaltılarının Marmara havzasında yolcu gemilerine saldırmaktan çekinmediklerinden şikayetçi olunuyor. Karargah Umumi İstihbarat Şubesi Müdürü imzası taşıyan bir başka belge ise oldukça ürkütücü. Müttefik kuvvetlerinin boğucu gaz yayan mermiler kullandıkları ifade ediliyor ve müttefik uçaklarınca Seddülbahir’deki Halilpaşa Hastanesi’nin bombalandığı anlatılıyor. Ayı ve domuz avı için üretilen domdom kurşununu bile müttefik askerlerinin kullanmaktan çekinmedikleri yine Osmanlı belgelerinde dile getirilen konular arasında. Söz konusu tespiti içeren belgede Tekirdağ Hastanesi’ne yatırılmış bir askerin bacağından çıkartılmış olan domdom kurşununun fotoğrafları da yer alıyor. Belgelerde müttefik kuvvetlerinin acımasızlığına karşın Osmanlı’nın esirlere ne kadar iyi muamele ettiği de esir düşen askerlerin ifadelerinden yola çıkılarak anlatılıyor. Osmanlı kuvvetleri tarafından batırılan AE-2 denizaltısının esir düşen kaptanı Yüzbaşı Staker, Malta’daki bir dostuna gönderdiği mektupta, durumunun iyi olduğunu ve kendisine çok güzel muamelede bulunulduğunu vurguluyor. Yüzbaşının mektupta dile getirdiği, “Rahatım pek yerinde, ummadığımız derecede iyi muamele görmekteyiz.” ifadeleri, Osmanlı’nın esirlere olan tavrı konusunda fikir veriyor. Osmanlı belgelerinden anlaşıldığı üzere Çanakkale’deki zafer, Müslüman nüfusun yoğun olduğu ülkelerde sevinçle karşılanmış. Bunun en ilginç örneklerinden biri bugünkü Endonezya’nın başkentinin bulunduğu Jakarta’da görülüyor. Buradaki Müslümanlar mutluluklarını camilerden dile getirmiş. Cuma hutbelerinde Osmanlı paşasına ‘gazi’ unvanı verildiği ilan edilmiş.
|